Bugün içinde yaşadığımız belirsizlik ortamı, günlük hayatlarımızı olduğu kadar Kıbrıs sorununun dinamiklerini de olumsuz yönde etkilemektedir.
Uluslararası sistemin tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru evrildiği bir geçiş dönemi içerisindeyiz. Bu süreçte uluslararası düzenin kurumları ve normları da erozyona uğrayarak eski etkinliklerini kaybetmektedir.
Hem küresel hem de bölgesel ölçeklerde belirsizlik giderek artmaktadır. Devletler, çok taraflı anlaşmalar yerine daha çok ikili ve bölgesel ittifaklara yönelirken, güç dengeleri de sürekli değişmekte ve henüz istikrar sağlanamamaktadır.
Ülkemizin yer aldığı Doğu Akdeniz de bütün bu istikrarsızlıklardan ve belirsizliklerden nasibini almaktadır. Bu bağlamda deniz yetki alanı anlaşmazlıkları hâlâ devam etmektedir. Kıyıdaş ülkelerden Türkiye ile Yunanistan ve Kıbrıs Cumhuriyeti arasındaki anlaşmazlık, zaman zaman askerî gerilimlere de yol açmaktadır.
Enerji kaynaklarının keşfi, Türkiye ve Kıbrıslı Türkler açısından Güney Kıbrıs ya da diğer ülkelerle iş birliğine değil, daha çok gerginlik ve rekabet ortamına yol açmıştır. Örneğin Türkiye, Doğu Akdeniz Gaz Forumu’ndan ve Great Sea Interconnector Projesi’nden dışlanmıştır.
Güney Kıbrıs, sadece enerji alanında değil, güvenlik alanında da Yunanistan, İsrail, Fransa ve ABD ile birtakım iş birliği anlaşmaları yaparak bölgesel ittifaklara girmektedir.
Bütün bu gelişmeler gerek Türkiye gerekse Kıbrıslı Türkler açısından doğal kaynaklar üzerinde hak ihlali, egemenlik, jeopolitik dışlanma ve stratejik dengesizlik gibi sorunları da beraberinde getirdi.
Annan Planı ve Crans-Montana görüşmelerinin başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, Türkiye ve KKTC bu ortamda Kıbrıs sorunu konusunda 2020 yılından itibaren iki ayrı devlet tezini savunmaya başlamıştır.
Ne var ki iki devletlilik politikası, ne Rum tarafı ne de uluslararası toplum tarafından kabul görmüştür. Tam tersine, bu tez, Türk tarafını “çözüm istemeyen taraf” pozisyonuna düşürerek, BM ve uluslararası toplumla aynı çizgide —lafzen de olsa— federasyonu savunan Rum tarafının elini güçlendirmiştir.
Öte yandan, Ekim 2025’te gerçekleşen KKTC Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, Birleşmiş Milletler kaynaklı dört koşulla birlikte, federasyon temelinde bir çözümü savunan aday kazanmıştır.
Tufan Erhürman, Kıbrıs sorunu konusunda her zaman olduğu gibi Türkiye ile istişare içinde olacağı mesajını seçildiği ilk geceden vermiştir. Bununla birlikte Türkiye tarafından henüz resmî bir ziyaret daveti yapılmadığı için, Türkiye yetkililerinin çözüm konusundaki tavrının ne olacağı belirsizliğini korumaktadır.
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, İslam İşbirliği Teşkilatı Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi Komitesi (İSEDAK) 41. toplantısında geçtiğimiz günlerde Kıbrıs konusunda iki devletli çözüm çağrısını bir kez daha yinelemiştir. Buna rağmen Türkiye’nin iki devletlilik politikası, kimilerince stratejik bir paradigma değişikliği, kimilerince ise taktiksel bir hamle olarak görülmektedir.
Yeni KKTC Cumhurbaşkanı seçilen Tufan Erhürman’ın seçmenden aldığı vekalet, federasyon tezini de içerirken, Türkiye yetkilileri iki devletlilik tezinde ısrar edecek mi?
Böyle bir durumda KKTC Cumhurbaşkanı’nın temsil ettiği irade ile Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî politikası arasında bir ihtilaf ortaya çıkmaz mı?
Diplomaside yaratıcılığın sonu yoktur. Erhürman’ın henüz resmî olarak davet edilmemesinin arkasında belki de mutfakta stratejik hazırlıklar yapılmaktadır.
Bu çerçevede KKTC ile TC tezleri arasında en az iki farklı formatta uzlaşma sağlanıp ortak bir yol haritası hazırlanabilir. Nitekim BM’nin sonbaharda iki toplum lideri ile garantör devletlerin de katılımıyla genişletilmiş bir toplantı planladığı bilinmektedir.
Birincisi, KKTC ile Türkiye, adına açıkça “federasyon” demeden, iki kurucu devlete dayalı bir çözüm vizyonu ortaya koyabilirler. Özellikle muğlak bırakılan bu modele bakan federalistler federasyonu, konfederasyoncular ise konfederasyonu bulabilirler.
Diğer bir yol ise bir yandan Türkiye iki devletlilik tezini resmî olarak sürdürürken, diğer yandan da KKTC Cumhurbaşkanı gayriresmî olarak Kıbrıslı Rum liderin siyasal eşitlik ve dönüşümlü başkanlık konusundaki samimiyetini sınayabilir.
Öte yandan, Erhürman’ın resmî müzakerelerin başlayabilmesi için öne sürdüğü dört koşulun Rum liderliğince kabul edilmesi zor görünmektedir. Bu nedenle resmî müzakereler yerine, güven yaratıcı önlemlerin ve gündelik sorunlara pratik çözümlerin konuşulduğu bir görüşme masasının kurulması daha muhtemeldir. Bütün bunlar olasılık dahilindedir.
Gerek Kıbrıs Türk tarafı gerekse Türkiye, ortak bir strateji belirleyerek tüm belirsizliklere rağmen Kıbrıs sorunu konusunda proaktif bir politikaya mı dönecek, yoksa reaktif politikaya devam mı edecek?
Çok uzun değil, bir süre sonra gidilecek köyün minareleri belli olacak!