10 Ekim, dünyanın birçok yerinde, genel sağlığımızın önemli bir parçası olan ruh sağlığı konusunda toplumsal farkındalık yaratmak, sağlık politikalarına yön vermek ve dayanışmayı güçlendirmek amacıyla Dünya Ruh Sağlığı Günü olarak kutlanmaktadır.
Ruh sağlığımız, fiziksel sağlığımız gibi gerek bireysel gerekse toplumsal düzeyde yaşadığımız ve baş etmekte zorlandığımız deneyimlere bağlı olarak zaman zaman bozulabilmektedir.
Kayıplar, travmalar, işsizlik, ekonomik zorluklar, iş yerindeki mobbing, alkol ve madde bağımlılıkları gibi birçok etken ruh sağlığımızı olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Yaşadığımız ruhsal sıkıntılar karşısında kimi zaman sosyal desteğe, kimi zaman da profesyonel yardıma ihtiyaç duyarız.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla birlikte psikolojik destek almak, geçmiş dönemlerdeki gibi “delilik” olarak damgalanmak ya da yadırganmak yerine, günümüzde daha olağan karşılanmaktadır. Bu bağlamda, Dünya Ruh Sağlığı Günü’nde, ruh sağlığı konusundaki damgalamaya karşı verilen mücadeleyi ve farkındalık yaratma çabalarını da anmak gerekir.
Ülkemizde de toplumsal ruh sağlığımızın, periyodik olarak yapılan bazı anketlerde görüldüğü üzere, dalgalanmakta olduğu ve insanlarımızın yaşamlarından pek memnun olmadıkları dikkat çekmektedir. Dahası, toplum olarak geleceğe umutla bakamıyoruz.
Kıbrıs Türk siyasal yaşamındaki verimsiz tartışmalar, kötü yönetim, adaletsizlik, partizanlık ve giderek artan yolsuzluk karşısında yurttaşların iyimser olmalarını beklemek doğrusu saflık olurdu.
Ancak iç sorunlarımızın dışında, toplumsal ruh sağlığımız bizi kuşatan ve geleceğimizi ipotek altına alan Kıbrıs sorunu’ndan da bağımsız değildir. Bu sorun, Cumhurbaşkanlığı seçimleri dönemlerinde ya da kimi zaman gündeme gelse de, biz farkında olalım ya da olmayalım, toplumsal kaderimizi ve ruh halimizi derinden etkilemektedir.
Kıbrıs sorunuyla bağlantılı olarak KKTC’nin tanınmaması, uluslararası izolasyon altında bulunmamız ve siyasal statümüzün belirsizliği gibi yapısal sorunlarımızın, toplumsal ruh halimiz üzerinde tahminimizin ötesinde olumsuz etkileri vardır.
Bu etkilerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
- Hiçbir ülke tarafından tanınmamanın, Kıbrıslı Türkler arasında kolektif bir travmaya dönüşmesi,
- Buna bağlı olarak güvensizlik ve değersizlik duygularının belirginleşmesi,
- Kıbrıslı Türklerin diğer toplumlara kıyasla özsaygılarının görece düşük olması,
- Dünyadan dışlanmanın yol açtığı toplumsal kimlik krizi
Toplumsal olarak “Biz kimiz?” sorusuna hâlâ ortak bir yanıt veremiyoruz. Kimimiz Kıbrıslı, kimimiz Türk, kimimiz Kıbrıs Türkü, kimimiz de kendisini Kıbrıslı Türk olarak tanımlıyor. Kimliklerin, ‘öteki’ ile ilişkisellik içerisinde şekillendiğini göz ardı etmeksizin, çağdaş toplumlarda kimliklerin çoğullaşması ve tanınması elbette anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bizim hangi kimliğimizin kabul gördüğü hâlâ belirsiz; zira toplumsal kimliğimiz üzerinde de henüz uzlaşabilmiş değiliz.
Uluslararası piyasalarla bütünleşmiş bir ekonomik yapıya sahip olamadığımızdan, özel sektör yeterince gelişememekte, girişimciler ise cılız kalmaktadır. İyi eğitim almış insanlarımız özel sektörde hak ettiklerinin çok altında maaşlarla çalışmak zorunda kalmakta; bu durum da öfke birikimine ya da pasif direnişlere yol açabilmektedir.
Kıbrıs sorununa bağlı olarak yaşadığımız tüm bu sıkıntıların toplumsal ruh sağlığımızı olumsuz yönde etkilememesi mümkün değildir. Bununla birlikte, kendi ruh sağlığımızı koruyabilmek için ağırlıklı olarak bastırma ve yadsıma gibi bazı ruhsal savunma mekanizmalarına başvuruyoruz.
Toplumsal ve siyasal düzeyde, çoğu zaman Kıbrıs sorunundan kaynaklanan problemleri yadsıyarak günlük yaşamımızı sürdürmeye ve “normal” bir devletmişiz gibi hareket etmeye çalışıyoruz. Bu savunma mekanizmaları, siyasal yelpazenin sağ ve sol kesimlerinde farklı biçimlerde de ortaya çıkabiliyor.
Örneğin, sağ cenah geçmiş travmaların da etkisiyle Kıbrıs sorununda ayrı egemenlik söylemini Rum toplumuna karşı öne çıkarırken, Türkiye ile ilişkilerde egemenlik sorununu yadsımaktadır.
Buna karşılık, sol kesim Türkiye ile ilişkilerde ayrı egemenlik konusunda daha duyarlı davranırken, Rum toplumuyla ilişkilerde geçmişin travmalarını bastırmakta ve ortak egemenliği kabul etmektedir.
Ancak toplumsal ruh sağlığımızı korumak ve genel iyilik haline ulaşmak için bütün bu sorunlarla yüzleşmemiz ve gereğini yapmamız gerekmez mi?
Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimleri de, bir bakıma, Kıbrıs sorununda hangi gerçekleri kabul edip hangilerini inkâr edeceğimizin önemli bir eşiği olacaktır.