Kanal T Özel Haber – Rahmican Çalışkan
Türk Deniz Kuvvetleri eski Kurmay Başkanı ve Müstafi Tümamiral Cihat Yaycı, Kanal T’ye yaptığı özel açıklamada Güney Kıbrıs’ın artan silahlanma faaliyetlerinden Türk Devletleri Teşkilatı üyelerinin GKRY ile diplomatik ilişkilerine, Yunanistan’ın maksimalist deniz haritalarından KKTC’nin güvenlik geleceğine kadar çok kritik başlıklarda uyarılarda bulundu.
“GÜNEY KIBRIS SİLAHLANIYOR, TEHLİKE BÜYÜYOR”
Yaycı, Güney Kıbrıs’ın ABD, Fransa ve İsrail destekli yoğun silahlanma sürecinin yalnızca savunma değil, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne yönelik stratejik bir tehdit anlamı taşıdığını söyledi. Evangelos Florakis Deniz Üssü’nün Fransa’ya açıldığını, Rum subayların NATO düzeyinde eğitildiğini ve ada genelinin hibrit savaş senaryolarına açık hale geldiğini belirten Yaycı, “Yeni terör yapılanmaları ortaya çıkıyor, adada istihbarat ve askeri denge dramatik biçimde değişiyor” dedi.
“TDT ÜLKELERİ TARİHSEL SORUMLULUKLA YÜZLEŞMELİ”
Türk Devletleri Teşkilatı üyelerinin GKRY’ye büyükelçi ataması ve 541 ile 550 sayılı BMGK kararlarına imza atmasını “diplomatik kırılma” olarak niteleyen Yaycı, “Bu sadece KKTC değil, Türkiye’nin dış politikasında prestij ve strateji kaybıdır. KKTC’nin tanınması yönündeki kazanımlar riske girmiştir” uyarısında bulundu. İsrail’in özellikle Kazakistan ve Türkmenistan’daki nüfuzuna dikkat çeken Yaycı, bu diplomatik kaymanın sadece ekonomik değil, jeopolitik bir oyun olduğunu vurguladı.
“YUNANİSTAN’IN DENİZ PLANI, SEVİLLE HARİTASI’NIN YENİ VERSİYONU”
Yunanistan’ın 2025 Nisan’ında AB’ye sunduğu “Sözde Deniz Mekânsal Planlaması”nı Seville Haritası'nın yeni bir resmi zemin kazandırma çabası olarak değerlendiren Yaycı, bu planla Adalar Denizi’ndeki her kayalığa bile tam yetki tanındığını, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yalnızlaştırılmak istendiğini ifade etti. Yaycı, “Kıta sahanlığı iddialarımızı zayıflatacak her eksik harita, uluslararası alanda Türkiye’nin aleyhine kullanılır” diyerek DEHUKAM’ın bazı eksik sunumlarına da dikkat çekti.
“KKTC’NİN GÜVENLİĞİ YETERLİ DEĞİL, ASKERİ VE DİPLOMATİK HAMLE GEREKLİ”
Cihat Yaycı, KKTC’nin bugünkü savunma kapasitesinin tehditlere karşı yetersiz olduğunu belirtti. Türkiye’nin KKTC’de kalıcı deniz ve hava üsleri kurması gerektiğini savunan Yaycı, Geçitkale Üssü’nün İHA-SİHA merkezi haline getirilmesi, KKTC’nin milli muhafız gücünün yeniden yapılandırılması ve KKTC-Türkiye ortak sondaj faaliyetlerinin başlatılması gerektiğini söyledi.
KKTC BAYRAKLI SONDAJ
Yaycı, askeri güç kullanmadan diplomatik tanınmayı sağlayacak stratejik bir öneri sundu: Türkiye’ye ait sondaj gemilerinin bir süreliğine KKTC’ye devredilmesi ve bu gemilerin KKTC bayrağı ile faaliyet yürütmesi. Bu hamle ile Rum-Yunan tezlerinin çökertilebileceğini belirten Yaycı, “KKTC’yi adres gösterdiğimizde ya tanımak zorunda kalacaklar ya da susacaklar” diyerek diplomatik ön alma stratejisinin detaylarını paylaştı.
Kanal T’ye konuşan Türk Deniz Kuvvetleri eski Kurmay Başkanı ve Müstafi Tümamiral Cihat Yaycı, KKTC’nin güvenliği, Türk Devletleri Teşkilatı üyelerinin Güney Kıbrıs ile ilgili adımları ve Doğu Akdeniz’deki son gelişmelere ilişkin şu değerlendirmelerde bulundu:
Soru:
“Güney Kıbrıs’ın son günlerde attığı adımlar (özellikle silahlanma konusu) KKTC’nin güvenliği endişesi barındırır mı?”
Cihat Yaycı: “Son dönemde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), özellikle ABD ve Fransa başta olmak üzere Batılı ülkelerle geliştirdiği askeri iş birlikleri çerçevesinde dikkat çekici bir silahlanma sürecine girmiştir. Bu durum, yalnızca Kıbrıs Türk halkı açısından değil, Doğu Akdeniz güvenlik dengeleri bakımından da son derece kritik ve tehlikeli bir sürecin habercisidir.
2020 yılında ABD’nin Güney Kıbrıs’a uyguladığı silah ambargosunu kaldırması, bölgedeki askeri dengeleri kökten değiştirecek bir gelişme olmuştur. Bu karar sonrası GKRY, Amerikan savunma şirketleriyle yoğun temaslara geçmiş ve özellikle saldırı kabiliyeti yüksek sistemler temin etmeye başlamıştır. 2022 ve 2023 yıllarında ABD, GKRY’ye Uluslararası Askerî Eğitim ve Talim Programı (IMET) kapsamında doğrudan destek vermiş, bu da Rum subaylarının NATO standartlarında eğitilmesini mümkün kılmıştır.
Bununla da kalınmamış, ABD GKRY’ye sınırlı miktarda da olsa zırhlı araçlar, hava savunma sistemleri, anti-drone ekipmanları ve elektronik harp cihazları vermeye başlamıştır. Aynı zamanda ABD donanması, GKRY limanlarını daha sık kullanmakta, ortak tatbikatlar icra edilmektedir.
Fransa ile GKRY arasında 2017’de başlayan askeri iş birliği, 2020 itibariyle üst seviyeye çıkmıştır. Larnaka ve Baf bölgelerinde Fransız askeri varlığı gözle görülür şekilde artmış, "Evangelos Florakis Deniz Üssü" Fransız donanmasına sürekli açık hale gelmiştir. Fransa, GKRY’ye hava savunma sistemleri ve bazı deniz radar sistemleri temin etmiş, GKRY’nin hava gözetleme kabiliyetini artırmıştır.
GKRY, 2021 yılından bu yana:
● Mistral hava savunma sistemi,
● Fransız üretimi Exocet anti-gemi füzeleri,
● Avrupa menşeli çok namlulu roketatar sistemleri,
● ABD yapımı MRAP zırhlı araçları,
● İHA ve SİHA tespit sistemleri,
gibi birçok modern sistemi envanterine katmıştır.
Ayrıca İsrail ile ortak insansız hava araçları projesi üzerinde çalışılmakta, GKRY toprakları İsrail’in İHA deneme sahası haline gelmektedir. Bu da Türkiye ve KKTC açısından istihbari ve teknik tehdit oluşturmaktadır.
GKRY’nin bu kapsamlı silahlanma süreci "savunma" adı altında gerekçelendirilse de, aslında adanın kuzeyinde yaşayan Türk halkına karşı psikolojik ve stratejik bir baskı oluşturma amacı taşımaktadır. Adadaki güç dengesi açık şekilde Rumlar lehine çevrilmeye çalışılmakta, Türkiye ve KKTC'nin caydırıcılığı sınanmaktadır.
Bu gelişmeler;
● KKTC’nin egemenlik alanlarına sızma girişimlerine zemin hazırlayabilir,
● Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin deniz yetki alanlarını hedef alacak askeri manevraların ön adımı olabilir,
● Ve nihayetinde, Ada’nın kuzeyine yönelik asimetrik bir saldırı ya da hibrit savaş senaryolarına zemin oluşturabilir.
2024 yılının Temmuz ayında kamuoyuna duyurulan ve Nisan 2025 tarihinden itiraben Güney Kıbrıs’ta örgütlenen “Devrimci Özgürlük Savaşçıları Hareketi” adlı yeni bir terör yapılanması, adadaki güvenlik iklimi açısından kritik bir dönüm noktasıdır. Örgütün doğrudan Türkiye’yi hedef alan silahlı mücadele çağrıları, sadece diplomatik düzlemde değil, doğrudan fiziksel güvenlik anlamında da KKTC için tehdit oluşturmaktadır. Örgütün kullandığı sembolizm de ideolojik yöneliminin ipuçlarını vermektedir: “Ateş ve Balta” figürleri, Osmanlı’ya karşı 1821 Yunan isyanının simgesel unsurları olup, bugünün koşullarında Türk varlığına karşı açık bir meydan okumayı temsil etmektedir. Bu sembollerin yeniden gündeme taşınması, yalnızca sembolik değil; aynı zamanda ideolojik olarak Türk karşıtlığını besleyen bir dilin yeniden üretildiğine işaret etmektedir.
Söz konusu örgüt, Kıbrıs topraklarının Türkiye tarafından “işgal edildiği” yönünde yürüttüğü propagandayla destek toplama çabası içindedir. Bu söylem, sadece tarihsel gerçeklikleri çarpıtmakla kalmamakta; aynı zamanda uluslararası hukukun 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anlaşmaları çerçevesinde Türkiye’ye tanıdığı garantörlük hakkını da yok saymaktadır. Örgütün bu tür propagandaları, Güney Kıbrıs Rum toplumu içinde Türkiye karşıtı radikal eğilimleri güçlendirme potansiyeline sahiptir.
Yeni terör örgütünün ortaya çıkışıyla eşzamanlı olarak GKRY’nin askeri kapasitesini artırma yönünde attığı adımlar da dikkat çekicidir. Son yıllarda hem Yunanistan ile yapılan askeri iş birliği anlaşmaları hem de ABD başta olmak üzere çeşitli Batılı aktörlerle kurulan savunma ilişkileri, GKRY’nin savunma kapasitesini önemli ölçüde artırmıştır. ABD’nin Güney Kıbrıs’a yönelik silah ambargosunu kaldırması, askeri teçhizat ve teknoloji transferlerinin önünü açarken, bölgedeki güç dengelerini de dramatik biçimde değiştirmektedir.
Bu bağlamda, GKRY’nin silahlanma faaliyetleri yalnızca savunma amaçlı bir modernizasyon çabası olarak değerlendirilemez. Bu gelişmeler, adanın kuzeyinde yaşayan Türk halkı açısından doğrudan bir güvenlik riski olarak algılanmakta; bu da, çözüm müzakerelerinde karşılıklı güvenin yeniden tesis edilmesini zorlaştırmaktadır. Özellikle, "Türk askerinin olmadığı ve Türkiye’nin garantörlüğünün bulunmadığı bir anlaşma hayalinden vazgeçsinler. Türkiye’nin garantörlüğü ve Türk askeri bizim kırmızı çizgimizdir" yönündeki ifadeler, KKTC tarafının mevcut tehdit algısını ve güvenlik garantilerine olan ihtiyacını açık bir şekilde yansıtmaktadır.
Bu gelişmeler ışığında, adada iki halk ve iki devlet gerçeğinin uluslararası toplum tarafından kabul edilmesi gerekliliği daha da önem kazanmaktadır. GKRY’nin KKTC’yi yok sayan ve adanın tamamını temsil ettiğini iddia eden yaklaşımı, barışçıl çözüm yollarını tıkamaktadır. Oysa adadaki fiili durum, yalnızca askeri bir statüko değil; aynı zamanda bir halkın kendini yönetme iradesinin tezahürüdür. Uluslararası toplumun bu gerçeği görmezden gelmeye devam etmesi, yalnızca çözüm süreçlerini geciktirmekle kalmaz; aynı zamanda adadaki istikrarsızlık riskini de artırır.
Denizden çevrelenmiş coğrafyalarda güvenlik denizden başlar. Dolayısıyla;
● KKTC güvenliği, sadece karasal savunmayla değil deniz ve hava sahası kontrolü ile sağlanmalıdır.
● Geçitkale Üssü tam donanımlı bir İHA/SİHA üstüne dönüştürülmeli,
● KKTC’de Türkiye’ye ait kalıcı bir deniz üssü kurulmalı,
● KKTC’nin kendi milli muhafız gücü yeniden yapılandırılmalı ve savunma kabiliyeti artırılmalıdır.
KKTC’nin güvenliğini doğrudan tehdit eden bu gelişmeler karşısında Türkiye ve KKTC’nin asimetrik ve caydırıcı savunma doktrinleri geliştirmesi artık bir tercih değil, zorunluluktur.
Soru: “TDT ülkelerinin 541 ve 550’nci maddelerine imza atmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? İsrail’in bu konuyla ilgili bir bağlantısı olabilir mi?”
Cihat Yaycı:
“Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) üyesi ülkelerin Avrupa Birliği (AB) ile imzaladığı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) 541 ve 550 sayılı kararlarına atıf yapan mutabakat, Türkiye’nin Kıbrıs politikası açısından ciddi tartışmalara yol açmıştır. AB’nin, Kıbrıs meselesi bağlamında Türk dünyasına sunduğu teklif son derece dikkat çekicidir: “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) tanımayın; onun yerine Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni (GKRY) tanıyın; biz de size 12 milyar Euro finansal kaynak sağlayalım.” Bu teklifin ardından Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan ve Kırgızistan’ın GKRY’ye büyükelçi ataması, hem diplomatik hem de sembolik anlamda bir kırılma noktası teşkil etmiştir.
Her ne kadar bu ülkelerin ekonomik motivasyonlarla hareket ettikleri iddia edilse de, bu gelişmenin Türk dış politikası açısından bir prestij kaybı olduğu açıktır. Zira söz konusu devletler, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlıklarını kazandıkları 1990’lı yıllardan itibaren ne KKTC’yi tanımış ne de GKRY ile diplomatik ilişki tesis etmişti. Bu durum, Türkiye’nin 35 yıldır sürdürdüğü Kıbrıs siyasetinde dolaylı bir başarı olarak değerlendirilmekteydi. Ancak bugün, bu çizginin terk edilmesi ve GKRY’ye diplomatik misyon atamaları yapılması, TDT içinde Kıbrıs konusunda ortak bir zeminin zedelendiğine işaret etmektedir.
Kıbrıs meselesi Türkiye’nin dış politikasında tarihsel olarak öncelikli bir konu olmuştur. Kıbrıs, tarih boyunca Türk milletinin varlık gösterdiği ve mücadele ettiği kadim bir toprak olmuştur. Kıbrıs Türk’leri, 1974’te gerçekleştirilen Barış Harekâtı ile Yunanistan’ın makrostratejik planlarına karşı kendi bağımsızlığını korumuş, özgürlükleri ve bağımsızlıkları uğruna can vermiş, adada her türlü dış baskıya ve izolasyona rağmen dimdik ayakta kalmıştır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’ndan bu yana Türkiye, adadaki Türk varlığını koruma ve KKTC’nin uluslararası alanda tanınmasını sağlama hedefiyle hareket etmektedir. Ancak KKTC'nin uluslararası alanda tanınmamış olması, Kıbrıs Türk'lerinin meşru haklarının gasbedilmesi anlamına gelmektedir. KKTC’nin tanınması, sadece Kıbrıs Türk halkı için değil tüm Türk milletinin hak ve çıkarları için büyük bir önem taşımaktadır. Bu uluslararası izolasyonun kırılmasında ve KKTC’nin dünya ile daha güçlü ilişkiler kurmasında, fiili diplomatik ilişkilerin artırılması ve Türk Devletleri ile diplomatik bağların derinleştirilmesi kritik bir öneme sahiptir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çabalarıyla KKTC’nin TDT’ye gözlemci üye yapılması, bu hedef doğrultusunda önemli bir diplomatik kazanım olarak değerlendirilmişti. Ancak şimdi, aynı teşkilatın dört üyesinin GKRY’yi resmen tanıma yönünde adım atması, KKTC’nin TDT içindeki meşruiyetini ve gelecekteki üyelik potansiyelini de tartışmalı hale getirmiştir. Bu durumdayken, Türk Devletleri Teşkilatı'na üye ülkelerin, tarihsel bağlar ve kültürel kardeşlik açısından, KKTC ile diplomatik ilişkileri geliştirmek konusunda çok daha anlamlı bir duruş sergilemesi beklenirdi.
ABD, Rusya, İngiltere, Fransa gibi ülkeler; KKTC'de GKRY’deki büyükelçilerine bağlı olarak “temsilcilik” adı altında bir nevi konsolosluk hizmeti vermekte, vatandaşlarının vize başvurularını kabul etmekte ve bölgedeki stratejik çıkarlarını korumak adına çeşitli diplomatik faaliyetlerde bulunmaktadır.
Bazıları KKTC’de Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan gibi Türk Devletlerinin de ; KKTC’de yaşayan binlerce Türk vatandaşına hizmet sunabilmek için KKTC’yi temsilcilik açması teklifinde bulunmaktadır.Ancak burada hayati bir tehlike bulunmaktadır: Bugüne kadar GKRY’deki büyükelçiliklere bağlı olarak KKTC’de, KKTC’yi tanımadan temsilcilik açmak, GKRY’nin ada üzerindeki egemenlik iddialarına hizmet etmiştir.
Zira uluslararası ilişkilerde temsilcilikler genellikle bir Büyükelçiliğe bağlı açılır ve GKRY, kendi nezdindeki büyükelçiliklerin KKTC’de temsilcilik açmasına 'orası da benim ülkem' diyerek itiraz etmemektedir.
Bu nedenle, Türk Devletleri’nin KKTC’de temsilcilik açması teşvik edilirken, bu temsilciliklerin kesinlikle GKRY’deki büyükelçiliklere değil, örneğin Türkiye’deki büyükelçiliklerine bağlanması veya ideal olarak doğrudan KKTC nezdinde bağımsız bir statüde (hatta Büyükelçilik düzeyinde) açılması gerektiği vurgulanmalıdır. Aksi takdirde, GKRY’deki büyükelçiliğe bağlı bir temsilcilik açılması, 'kendi kalemize muazzam bir gol atmak' anlamına gelecektir ve KKTC'nin egemenlik haklarını zedeleyecektir.
Bu çerçevede dikkat çeken bir başka unsur da, bahse konu devletlerin imzaladığı mutabakat metninde BMGK’nin 541 ve 550 sayılı kararlarına açıkça atıfta bulunulmasıdır. Bilindiği üzere, bu kararlar GKRY’yi "Kıbrıs Cumhuriyeti" olarak tanırken, KKTC’nin ilanını hukuka aykırı bulmakta ve Türkiye’yi "işgalci" olarak nitelendirmektedir. Dolayısıyla, bu kararlara sadakat beyanı, KKTC’nin meşruiyetinin sorgulanmasına ve Türkiye’nin pozisyonunun dolaylı olarak reddine işaret etmektedir. Bu yönüyle mesele, sadece büyükelçi atamalarıyla sınırlı kalmamakta; aynı zamanda uluslararası hukuk ve diplomatik tanınma düzleminde ciddi sonuçlar doğurabilecek bir mahiyet taşımaktadır.
Avrupa Birliği’nin 12 milyar Euro’luk mali teşvik vaadi, bu devletlerin karar sürecinde ne ölçüde etkili oldu sorusunu gündeme getirmektedir. Kazakistan ve Türkmenistan gibi enerji zengini ülkelerin böyle bir mali kaynağa ihtiyaç duymadıkları düşünüldüğünde, ekonomik gerekçelerin ötesinde jeopolitik bir yönlendirme olduğu açıktır. AB’nin sunduğu bu finansmanın Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi kapsamında Orta Koridor’un inşasına yönelik olduğu bilinse de, söz konusu projeye Türkiye de dâhildir. Bu durumda, söz konusu mutabakatın sadece ekonomik değil, aynı zamanda stratejik bir yönü de olduğu anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Azerbaycan’ın bu anlaşmaya taraf olmaması, hem Türkiye ile olan ittifak ilişkileri hem de KKTC meselesinde sergilediği tutarlı duruş açısından dikkat çekicidir.
Gelişmeler, AB ve ABD’nin, Yunanistan ve GKRY’nin diplomatik ve jeopolitik ajandasını desteklediği değil, bilakis bu yapıların Batılı kurumları kendi hedefleri doğrultusunda yönlendirdiği şeklinde değerlendirilmektedir. Türk dünyasına yönelik bu teklif, KKTC’nin tanınmasına yönelik son yıllardaki girişimlerin önünü kesmeyi amaçlayan sistematik bir girişimdir.
Neticede, Türk Devletleri Teşkilatı üyesi ülkelerin GKRY’ye büyükelçi ataması ve 541 ile 550 sayılı BMGK kararlarına bağlılıklarını beyan etmeleri, yalnızca sembolik bir diplomatik tercih değil; aynı zamanda Türkiye’nin Kıbrıs politikası açısından stratejik bir kırılmadır. Bu gelişme, dış politikada sürekliliğin ve ilkeselliğin önemini bir kez daha hatırlatmaktadır.
Bu noktada, yaşanan gelişmelerin arkasında yalnızca Avrupa Birliği ve Yunan-Rum ikilisinin değil, aynı zamanda İsrail'in de dolaylı ama stratejik bir etkisinin olabileceği yönünde bazı çevrelerde dile getirilen değerlendirmeler dikkat çekmektedir. Bu tür değerlendirmelere göre, İsrail'in Türk dünyasıyla ilişkilerinde son yıllarda izlediği çok katmanlı diplomasi ve enerji yatırımları, bir jeopolitik satranç oyununun parçası olarak okunabilir. Bu bağlamda, özellikle Kazakistan ve Türkmenistan gibi enerji zengini ülkelerde İsrail’in doğrudan ve dolaylı enerji yatırımları yaptığı, bu yatırımların ise siyasi nüfuzla desteklendiği ileri sürülmektedir.
İsrail, Hazar bölgesinde sadece enerji yatırımı yapan bir aktör değil, aynı zamanda bu yatırımları istihbarat ve siyasal nüfuz alanlarıyla entegre eden bir strateji izlemektedir. İsrail’in Kazakistan’da güvenlik alanında eğitim ve teknolojik danışmanlık verdiği, Türkmenistan’da ise enerji taşıma hatlarına dönük teknik iş birlikleri geliştirdiği bilinmektedir. Bu ilişkiler, sadece ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik etkiler yaratmak üzere kurgulanmış görünmektedir.
Öte yandan, İsrail’in Avrupa Birliği içerisindeki etkili lobi faaliyetleri ve özellikle ABD’deki Yahudi lobisi ile olan entegrasyonu da dikkate alındığında, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB nezdinde elde ettiği avantajların arkasında bu ittifakın katkısı olduğu iddia edilmektedir. İsrail’in, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı bir dengeleme stratejisi izlemesi, Kıbrıs meselesinde Yunan-Rum tezlerine destek vermesiyle kendini göstermektedir. Özellikle “EastMed” doğal gaz boru hattı projesi çerçevesinde Yunanistan, Güney Kıbrıs ve İsrail’in ortak hareket etmesi, Türkiye’nin dışlandığı enerji denklemine İsrail’in bilinçli bir şekilde yön verdiği yorumlarına neden olmuştur.
Bu çerçevede, Türk Devletleri Teşkilatı üyesi bazı ülkelerin Güney Kıbrıs’a büyükelçi ataması, yalnızca AB’nin 12 milyar Euro’luk teklifiyle açıklanamaz. Bu kararın ardında çok daha sofistike ve çok aktörlü bir diplomatik oyun olduğu iddia edilmektedir. İsrail’in bu ülkelerdeki karar alıcı elitler üzerindeki doğrudan ya da dolaylı etkisi, stratejik ortaklıklar yoluyla inşa edilmiş olabilir. Özellikle Kazakistan’da Yahudi cemaatlerinin kurduğu dernekler ve İsrail bağlantılı düşünce kuruluşlarının etkinliğinin son dönemde artmış olması, bu etki mekanizmasının sadece ekonomik değil, kültürel ve siyasi alanlara da yayıldığını göstermektedir.
İddialara göre İsrail, bir yandan Türk dünyasına enerji ve güvenlik yatırımları yoluyla nüfuz ederken, diğer yandan Avrupa Birliği’nde Yunan-Rum tezlerinin savunuculuğunu yaparak Türkiye’nin “Mavi Vatan” ve KKTC politikalarını sabote etmeye yönelik örtülü bir strateji izlemektedir. Bu strateji, doğrudan bir çatışma yerine, diplomatik kuşatma ve tanınmışlık mücadelesinde Türkiye’yi yalnızlaştırmaya dayanmaktadır. KKTC’nin uluslararası tanınması yönünde atılacak her adımın, Türk devletleri içinde bir “çatlak” yaratılarak engellenmesi, bu bağlamda rasyonel bir çıkar stratejisi olarak okunabilir.
Bu senaryoya göre, İsrail’in hedefi sadece Türkiye’yi değil, Türk dünyasının birlikte hareket etme kapasitesini de zayıflatmaktır. Çünkü güçlü ve entegre bir Türk dünyası, Hazar’dan Akdeniz’e uzanan enerji ve ticaret yollarında İsrail’in manevra alanını daraltabilir. Özellikle Orta Koridor'un Çin’in Kuşak ve Yol Projesi içindeki stratejik önemi arttıkça, bu hattın kontrolsüz bir şekilde Türkiye öncülüğünde şekillenmesi, İsrail açısından potansiyel bir jeopolitik risk olarak algılanmaktadır.
Dolayısıyla, söz konusu gelişmeler sadece bir “büyükelçi ataması” olarak okunmamalıdır. Bu, çok aktörlü, çok katmanlı ve çok amaçlı bir stratejik oyunun dışa yansıyan küçük bir parçasıdır. Bu bağlamda Türkiye’nin yalnızca diplomatik refleksler değil, aynı zamanda jeopolitik strateji, medya yönetimi ve kamu diplomasisi gibi araçlarla kapsamlı bir karşı hamle geliştirmesi elzemdir”
Soru: “Yunanistan’ın son günlerde attığı 12 mil diye de bildiğimiz “SÖZDE” Deniz Mekansal Planlaması hakkında neler düşünüyorsunuz?”
Cihat Yaycı: “Yunanistan’ın 2025 yılı Nisan ayında Avrupa Birliği nezdinde resmiyet kazandırdığı Deniz Alanları Planlaması (Maritime Spatial Planning – MSP) haritası, Doğu Akdeniz ve Adalar Denizi'ndeki mevcut statükoyu doğrudan etkileyen ve Türkiye açısından ciddi diplomatik, hukuki ve jeopolitik sonuçlar doğurabilecek nitelikte bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. Bu harita, Seville Haritası’nın temel aldığı görüşleri fiilen resmileştirmekte; Yunanistan’ın deniz yetki alanlarını maksimalist bir yaklaşımla genişletmeye çalıştığını açıkça ortaya koymaktadır.
Yunanistan’ın MSP haritasında, İtalya ve Mısır ile yaptığı deniz yetki sınırlandırma anlaşmaları esas alınmış, diğer bölgelerde ise 4001/2011 sayılı yasa kapsamında ortay hat prensibiyle potansiyel Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırları belirlenmiştir. Haritada tüm Yunan adalarına, büyüklükleri gözetilmeksizin, tam etki tanınmıştır. Bu yaklaşım, Meis (Kastellorizo) gibi en küçük ada ve kayalıkların bile bağımsız deniz yetki alanı oluşturabileceği yönündeki iddiaya dayanmaktadır. Ayrıca, Adalar Denizi’nde halen 6 mil olan karasularının 12 mile kadar çıkarılma hakkı saklı tutulmuştur.
Bu adım, Avrupa Birliği'nin resmi belgelerine Seville Haritası'nın içeriğini dolaylı biçimde entegre etmeye yönelik stratejik bir girişimdir. Oysa Seville Haritası, Yunanistan’ın talebi üzerine bir üniversite tarafından hazırlanmış olup, uluslararası hukuk açısından hiçbir bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Türkiye’yi neredeyse tamamen deniz yetki alanlarının dışına iten bu harita, Türkiye tarafından tanınmamakta ve her diplomatik platformda hukuka aykırılığı dile getirilmektedir. Yunanistan’ın Seville yaklaşımını MSP üzerinden resmi düzleme taşımaya çalışması, Türkiye’nin Adalar Denizi ve Doğu Akdeniz’deki egemenlik alanlarını daraltmaya dönük maksimalist bir adım olarak görülmelidir.
Yunanistan, 2017-2018 yıllarında dönemin Dışişleri Bakanı Nikos Kotzias aracılığıyla, karasularını 12 mile çıkarma planını aşamalı olarak uygulayacağını duyurmuştur. İlk etapta İyon Denizi’nde başlatılan bu süreç, ikinci aşamada Küçük Çuha, Büyük Çuha ve Girit Adası’nın batı sahillerini, üçüncü aşamada ise Mora Yarımadası’ndan Adalar Denizi’ne doğru ilerleyerek ana karaya yakın bölgeleri kapsamayı hedeflemektedir.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgos Gerapetritis’in “Lahey’e birlikte başvuralım” çağrısı, yüzeyde uzlaşı arayışı olarak sunulsa da, MSP haritasının resmiyet kazandığı bir dönemde yapılması, Türkiye açısından samimi bir çözüm arayışından ziyade, fiili durum yaratılarak pazarlık gücünü artırma stratejisi olarak okunmaktadır.
Türkiye ise, üç tarafı denizlerle çevrili bir ülke olarak deniz yetki alanları ve doğal kaynaklar bakımından son derece stratejik bir konuma sahiptir. Bu çerçevede “Mavi Vatan” kavramı, sadece bir denizcilik doktrini değil; aynı zamanda Türkiye’nin denizlerdeki egemenlik haklarını, doğal kaynaklarını ve ekonomik çıkarlarını koruma ve savunma iradesinin de somut ifadesidir. Kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge ve deniz yetki alanlarının korunması ancak güçlü bir siyasi kararlılık ve devlet politikasıyla mümkündür.
Bu kapsamda Ankara Üniversitesi Deniz Hukuku Ulusal Araştırma Merkezi (DEHUKAM) tarafından kamuoyuna sunulan “Türkiye Deniz Mekânsal Planlama Haritası”, Türkiye deniz alanlarının sürdürülebilir kullanımı amacını taşıyan akademik bir çalışma olarak öne çıkmaktadır. Ancak haritada yer alan bazı görsellerin eksikliği ve kullanılan çizimlerin yetersizliği, millî menfaatlerimiz açısından ciddi riskler doğurmaktadır. Özellikle Doğu Akdeniz’de İsrail, Lübnan, Suriye ve Filistin ile karşılıklı kıyılarımızı içeren bölgelerde, Türkiye’nin potansiyel kıta sahanlığı iddialarının dışlandığı bir yaklaşım benimsenmiştir. Oysaki bu bölgelerde, Türkiye'nin 462.000 kilometrekarelik nihai Mavi Vatan haritası kapsamında uluslararası hukuka uygun ve tarihî temellere dayanan meşru hakları bulunmaktadır.
Bu durum yalnızca teknik bir eksiklik olarak değil, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarında oluşturduğu dengeyi zedeleyebilecek stratejik bir risk olarak da değerlendirilmelidir. Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Seville haritasını esas alan maksimalist tezlerini haritalar aracılığıyla uluslararası arenada meşrulaştırmaya çalıştıkları bir dönemde, Türkiye’de hazırlanan bu tür akademik nitelikli ancak eksik çalışmaların uluslararası kamuoyu tarafından "Türkiye’nin güncel resmi tezleri" şeklinde algılanması olasılığı göz ardı edilmemelidir.
İyi niyetle yapılsa da bu gibi bazı çalışmalar, maalesef kaş yapayım diye göz çıkarıyor.
Zira Filistin, İsrail, Lübnan ve Suriye ile karşılıklı kıyılarımızın ihmal edildiği bu tür haritaların kullanımı bize uluslararası alanda büyük zemin kaybettirir.
Bu çalışmada kullanılan bu harita da benim Libya Antlaşması öncesinde çizdiğim Libya ile antlaşmayı hedefleyen eski Mavi Vatan haritasıdır.
Antlaşma imzalandıktan sonra Doğu Akdeniz’de benzeri antlaşmaları hedefleyen nihai 462.000 kilometrekarelik Mavi Vatan haritası ise aşağıdadır.
Bu tür çalışmalarda nihai haritanın kullanılması devlet uygulaması olmasının yanısıra, milli hak ve menfaatlerimiz açısından hayatidir.
Zira Yunanistan ve GKRY, Sevilla Üniversitesi haritasına göre çizerken, bizimkiler ise Doğu Akdeniz’de Filistin, İsrail, Lübnan ve Suriye ile karşılıklı kıyılarımızı yok sayarak kendimize gol atmış olduk.
Bu nedenle, Türkiye’nin deniz yetki alanlarına ilişkin vizyonunu yansıtan nihai Mavi Vatan haritasının devlet kurumları ile tam uyum içinde, bütüncül ve tutarlı bir şekilde sunulması elzemdir. Aksi takdirde, eksik ya da yanlış bilgiler içeren haritalar üzerinden yapılacak analizler, uluslararası platformlarda Türkiye’nin aleyhine delil olarak kullanılabilir.
Sonuç olarak, Yunanistan’ın maksimalist deniz yetki alanı iddialarını AB üzerinden resmileştirme çabalarına karşılık Türkiye’nin deniz yetki alanlarını ulusal çıkarlar doğrultusunda somut, güncel ve bütüncül bir vizyonla savunması; devlet kurumlarının ortak akılla hareket etmesi; akademik çalışmalarda resmî politikalarla uyumlu içeriklerin üretilmesi; ve kamuoyunun bu hassas konuda doğru bilgilendirilmesi hayati önem taşımaktadır.
Soru: “KKTC’nin gelecekte güvenliği konusunda sorun olabilir mi? Güvenlik tedbirleri yeterli mi? Yeterli değilse ne gibi adımlar atılmalıdır.?”
Cihat Yaycı:
“Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin gelecekte güvenliği konusunda elbette ki ciddi tehditler ve riskler mevcuttur. Bugünkü tedbirler ne yazık ki yeterli değildir. Çünkü mevcut uluslararası konjonktür, Kıbrıs Adası’na yönelik stratejik planlamaların hızlandığı, Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den izole etmeye dönük çok uluslu projelerin devreye sokulduğu bir sürece işaret etmektedir.
Kıbrıs, sadece bir ada değildir. Kıbrıs; Anadolu’nun, Mavi Vatan’ın ve Türk milletinin güvenliğidir. Kıbrıs, Doğu Akdeniz’in kilididir. Kıbrıs’a hâkim olan Doğu Akdeniz’e hâkim olur. Doğu Akdeniz’e hâkim olan, küresel enerji ve ticaret yollarına hâkim olur. Dolayısıyla KKTC’nin güvenliği, sadece bir siyasi mesele değil; bir beka meselesidir.
Bugün Rum Kesimi’nin silahlandırılması, Fransa ve ABD ile yaptığı askeri iş birlikleri, Güney Kıbrıs’ın bir NATO üssü haline getirilmesi girişimleri ve en önemlisi Yunanistan ile Güney Kıbrıs’ın “tek devlet, tek ordu” gibi hayalci hedefler doğrultusunda hareket etmesi, KKTC’nin gelecekte çok daha büyük tehditlerle karşı karşıya kalacağını göstermektedir.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC), sadece bir devlet değil, Türk milletinin Doğu Akdeniz’deki varlığının, bekamızın ve stratejik derinliğimizin teminatıdır. Bugün Kıbrıs Adası, sadece Rum-Yunan ikilisinin tarihi emellerinin değil, aynı zamanda küresel güçlerin enerji ve jeopolitik hesaplarının merkezinde yer almaktadır. Bu bağlamda KKTC’nin gelecekte güvenliği, yalnızca adadaki Türklerin huzuruyla ilgili değil, aynı zamanda Anadolu’nun güney sınırlarının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Akdeniz’deki egemenlik alanlarının korunmasıyla doğrudan ilgilidir.
Bugün gelinen noktada KKTC’nin güvenliği konusunda alınan önlemler ciddi şekilde sorgulanmalıdır. Çünkü Rum Kesimi, ABD, Fransa ve İsrail gibi aktörlerle yaptığı askeri ve siyasi iş birlikleriyle adayı bir askeri yığınak alanına çevirmektedir. Güney Kıbrıs, AB ve NATO’nun doğrudan veya dolaylı desteğiyle silahlandırılmakta, modern askeri sistemlerle donatılmakta, hava ve deniz üsleriyle güçlendirilmektedir. ABD, 1987’den bu yana uyguladığı silah ambargosunu kaldırmış, Fransa deniz kuvvetlerini Limasol’a konuşlandırmış, İsrail ise Güney Kıbrıs üzerinden istihbarat faaliyetlerini artırmıştır. Bu gelişmeler KKTC için doğrudan bir güvenlik tehdidi oluşturmaktadır.
Kıbrıs Adası, Türkiye’nin Mavi Vatan stratejisinin merkezindedir. KKTC’nin güvenliği zedelendiği takdirde, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki manevra alanı ciddi biçimde daralacaktır. Kıbrıs’tan çekilen bir Türkiye, sadece 462.000 kilometrekarelik Mavi Vatan’dan değil, aynı zamanda küresel enerji yollarından, deniz ticaret rotalarından ve jeopolitik nüfuz alanından da geri çekilmiş olur. Bu nedenle Kıbrıs meselesi bir etnik veya siyasi sorun değil, bir deniz devleti olma iradesinin mihenk taşıdır.
Türkiye, KKTC’de kalıcı ve stratejik derinliği olan bir deniz üssü ve hava üssü inşa etmelidir. Bu üsler, sadece savunma maksatlı değil; bölgesel caydırıcılığı temin edecek nitelikte olmalıdır. İskele veya Gazimağusa civarına kurulacak bir Türk deniz üssü, İsrail-Lübnan-Mısır hattındaki faaliyetleri dengeleyecek, aynı zamanda NATO içindeki deniz trafiğini de kontrol altına alabilecektir. Ayrıca KKTC hava sahasını kapsayan modern radar sistemleri ve İHA/SİHA üsleri de planlamaya dahil edilmelidir.
Devletlerin tanınması, uluslararası hukukta siyasal bir irade meselesidir. KKTC fiilen egemen bir devlettir ve uluslararası ilişkilerde bu yeterlidir. Türkiye’nin öncülüğünde Türk Devletleri Teşkilatı, Afrika’daki dost ülkeler ve Asya’da stratejik ortaklarla kurulacak temaslarla, KKTC’nin kademeli olarak tanınması sağlanabilir. Bu, güvenliğin sadece askeri değil; diplomatik boyutunu da pekiştirecektir.
Türk Silahlı Kuvvetleri ile KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı arasındaki iş birliği artırılmalı, ortak tatbikatlar daha sık ve daha geniş kapsamlı olarak icra edilmelidir. KKTC güvenlik güçlerinin silah sistemleri modernize edilmeli, Türk savunma sanayi ürünleri (İHA, SİHA, elektronik harp sistemleri, radar teknolojileri) aktif olarak entegre edilmelidir. Bu sayede KKTC iç güvenliği, dış tehditlere karşı daha dirençli hale gelir.
2003 yılında GKRY-Mısır arasında yapılan ve uluslararası hukuka aykırı olan deniz yetki anlaşmaları, KKTC’nin haklarını yok saymıştır. Oysa Türkiye ile KKTC arasında 2011’de imzalanan kıta sahanlığı anlaşması, uluslararası hukuka uygun ve bölgedeki meşru temsiliyeti içeren bir örnektir. Bu çerçevede, KKTC’nin Türkiye ile yaptığı anlaşmalar doğrultusunda Mavi Vatan Doktrini çerçevesinde “ortak MEB haritaları” hazırlanmalı, uluslararası platformlarda aktif biçimde savunulmalıdır. KKTC, Mavi Vatan’ın ayrılmaz bir parçası olarak gösterilmelidir.
Rum-Yunan lobileri, uluslararası medya ve diplomasi ağlarında “Kıbrıs Türklerinin azınlık olduğu, Türkiye’nin işgalci pozisyonda bulunduğu” şeklinde algı operasyonları yürütmektedir. Bu yalanlara karşı güçlü bir enformasyon savaşı verilmelidir. KKTC’nin haklılığı, uluslararası hukuk belgeleriyle, görsel materyallerle ve akademik raporlarla küresel kamuoyuna sunulmalıdır. Üniversiteler, düşünce kuruluşları ve medya araçları bu stratejinin ayrılmaz parçaları olmalıdır.
KKTC’nin ekonomik olarak Türkiye’ye bağımlı bir yapıda olması, uzun vadeli güvenliği zayıflatmaktadır. KKTC ekonomisinin çeşitlendirilmesi, enerji, tarım, denizcilik ve turizm sektörlerinde bağımsız üretim kapasitesine ulaşması teşvik edilmelidir. Deniz alanlarında yapılacak enerji aramaları ve MEB içi faaliyetler KKTC-Türkiye ortaklığı ile yürütülmelidir. Ayrıca KKTC limanları (özellikle Gazimağusa), uluslararası ticarete açılmalı ve diplomatik baskılarla engellenen deniz ulaşımı aşılmalıdır.
KKTC’nin güvenliği, sadece sınır güvenliği değildir. Güvenlik, askeri üslerden başlar; diplomatik tanınmayla genişler, ekonomik bağımsızlıkla güçlenir, kültürel ve stratejik kimlikle derinlik kazanır. Bugün Kıbrıs Adası üzerinde oynanan büyük oyunun farkında olmayan her yaklaşım, yalnızca günü kurtarır ama geleceği kaybettirir.
Türkiye, KKTC’yi sadece korumakla yetinmemeli; KKTC üzerinden Doğu Akdeniz’e yön veren bir güç olmalıdır.
Unutulmamalıdır ki Kıbrıs’ta kaybedilecek bir hak, Doğu Akdeniz’de domino etkisi yaratır. Bu nedenle KKTC’deki her adım, bir millî güvenlik adımıdır.
Kıbrıs’ta güçlü olan, Doğu Akdeniz’de egemen olur. Doğu Akdeniz’e egemen olan, küresel düzenin merkezinde yer alır.
Ve unutmayalım:
“Mavi Vatan Kıbrıs’ta başlar. KKTC olmazsa Mavi Vatan eksik kalır. Güçlü KKTC, güçlü Türkiye demektir.”
İşte tüm bu anlattıklarımızı KKTC'nin Tanınması ve Doğu Akdeniz’de Yunan-Rum İkilisinin Oyununun Bozulmasına Yönelik “Doğu Akdeniz’de Askeri Güç Kullanmayı Öngörmeyen Çözüm Stratejisi” şeklinde özetleyebiliriz.;
● Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de MEB ilan etmesi.
● Türkiye ve KKTC'nin Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları ortak kullanım anlaşması imzalaması,
● Türkiye'ye ait sismik araştırma ve sondaj gemilerinden bir ya da birkaçının KKTC’ye devredilmesi ve bu gemilere KKTC bayrağı çekilmesi,
● KKTC bayraklı çekilmiş bu gemilerin de Kıbrıs adası çevresindeki sularda sismik araştırma ve/veya sondaj faaliyeti icra etmesi.
● EastMed Projesi’nin doğu güzergahının KKTC deniz yetki alanları ve KKTC kara ülkesinin üzerinden geçirilmesi.
Sismik araştırma ve sondaj gemilerimizin bir ya da birkaçını KKTC’ye bir süreliğine devrettiğimiz, gemilere KKTC bayrağı astığımız ve bunlar sondaj ve sismik araştırma faaliyetini KKTC bayrağı ile yaptıkları takdirde;
· Batı, Yunanistan ve GKRY “Ada Adalılarındır” söylemi ile bugüne kadar hareket etmiştir, o zaman KKTC’nin de petrol arama/doğalgaz arama, çıkartma faaliyetlerine kimsenin ses çıkartamaması durumu olur. Hasımlarımızın söylem ve stratejileri ile strateji oyunu kurmuş ve oynamış oluruz. Yani kendi silahlarıyla kendilerine karşı savunma yapmış oluruz.
· Aynı zamanda Türkiye ve KKTC’nin Kıbrıs Adası çevresindeki tüm sularda Kıbrıs Türklerinin hakları vardır söylemi fiilen hayata geçirilmiş olacaktır.
· Bu gemilerden rahatsız olacak olan, başta Yunanistan ve GKRY olmak üzere AB gemilerin faaliyetini durdurması için Türkiiye’ye müracaat etse, Türkiye, “ben gemileri müsatkil ve bağımszı bir devlet olan KKTC’ye devrettim” diyerek KKTC’yi adres gösterecek
· Bu durumda KKTC’ye çağrıda bulunsalar KKTC’yi fiilen tanımış olacaklar,
· KKTC’ye çağrıda bulunsalar dahi, KKTC de, “ben de GKRY gibi Kıbrıs adası etrafında bulduğum ve çıkardığım kaynaklardan Ada’da bir çözüm oluştuğunda GKRY’e de pay vereceğim” diyerek diplomatik nakavt yapabilecektir.
· KKTC bayraklı gemilerin sismik araştırma ve sondaj faaliyetine törenle gönderilmeleri ve faaliyetlerinin KKTC kamuoyu ile günlük olarak paylaşılması KKTC’nin kendine güveninini artıracak ve KKTC’nin milli birlik ve beraberliğini pekiştirecektir.
· Bu hamle meşru, hukuki ve diplomatik ön alıcı bir hamle olur. Adeta satrançta ŞAH ya da VEZİR hamlesi çekmeye benzetilebilir. Önerilen bu stratejik hamle görüleceği üzere, “bir taşla birkaç kuş vurma” hamlesidir.”