Metaforlara başvurmak, bazen en karmaşık ve belirsiz durumları bile somutlaştırarak, etkili bir biçimde kavramamıza yardımcı olabilmektedir.

Kıbrıslı Türklerin tarihsel olarak gerek kendileri gerekse dünya ile kurdukları ilişki kipini, ‘devekuşu’ benzetmesiyle tarif edebiliriz. Malum, devekuşu, ne devedir ne de uçan kuştur! Deveye benzer, ama memeli değildir. En büyük kuş cinsidir, ama diğer kuşlar gibi uçamaz..

Kıbrıslı Türklerin örgütlenmiş siyasal topluluğu olan KKTC’nin hukuksal-siyasal statüsündeki ikircikli özellik, devekuşunun doğasını andırmaktadır. Şöyle ki KKTC bir yandan uluslararası hukuk ve uluslararası toplum bakımından yok hükmünde görülmekte, diğer yandan da de facto olarak yasama,yürütme ve yargı organlarıyla varlığını idame ettirmektedir

KKTC’nin statüsündeki bu ikircikli yapı, hem devletin gelecekteki bekası hem de kendi dışındaki diğer devletlerle ol(may)an ilişkilerinde birçok belirsizlik yaratmaktadır.

Bu belirsiz statü, elbette bir günde ortaya çıkmadı; tarihsel olarak karşılaştığımız sorunlar karşısında pro aktif değil, reaktif; rasyonel değil, duygusal, uzun vadeli değil, günübirlik vb karşılık vermeyi refleks haline getirdik. Krizler karşısında verdiğimiz bu tepkiler ise politika yapma tarzına dönmüştür.

Devekuşu gibi, krizler karşısında başımızı toprağa gömerek, sorunlardan kaçtığımızı veya sorunlardan kurtulduğumuzu zannediyoruz. Ancak yeryüzündeki gerçeklik, devekuşunun algıladığından çok farklı!

Cemaat içerisindeki anlam dünyamız ile uluslararası camianın anlam dünyası örtüşmemektedir. Yazılı kuralları, yasaları vs. ödünç alıyoruz, ama içselleştirmekte zorluklar yaşıyoruz. Daha çok gayriresmi adetlerin, alışkanlıkların veya dürtüsel tercihlerin peşine takılıyoruz.

Geçmişte verdiğimiz bir tepki, bugün bizi hala etkileyebiliyor. Örneğin, 1960 yılında Kıbrıslı Türklerin de ortak olduğu Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bakışımız da devekuşundan farksız değildir.

Kıbrıslı Türkler Aralık 1963’de devlet iktidarından dışlandıktan sonra, artık Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkıldığını öne sürdüler. Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyince Mart 1964’de alınan 186 sayılı karar uyarınca, Rumların yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti meşru kabul edildi. Dolayısıyla bir yanda Kıbrıslı Türklerin tanımadığı, diğer yanda ise bütün dünyanın tanıdığı Kıbrıs Cumhuriyeti var. Başımızı istediğimiz kadar kuma gömsek de, uluslararası toplum nezdinde tanınan bir devlet var.

Bu arada gerek Kıbrıslı Türkler gerekse garantör olarak Türkiye uluslararası anlaşmalarla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkıldığını iddia etmelerine ragmen, Zürih ve Londra Anlaşmaları’ndan çekildikleri veya feshettikleri yönünde bugüne kadar herhangi bir irade beyanında bulunmadılar. Başka bir ifadeyle, Kıbrıs Cumhuriyetini kuran uluslararası anlaşmalar hukuksal olarak varlığını korumaktadır.

Nitekim bu anlaşmaların feshedilmesi halinde, Kıbrıslı Türklerin önemsediği Türkiye’nin ada üzerindeki garantörlük statüsü de ortadan kalkardı; zira Zürih ve Londra Anlaşmaları, Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan hukuksal olarak ayrılamaz.

Kıbrıs sorununun federal çözümü konusunda Rum tarafının hangi noktalarda direnç gösterdiğini teşhis edip, uluslararası toplumla paylaşmadan, iki ayrı devlet politikasına çark ettik. Egemen eşitlik ve uluslararası eşit statü talebini ileri sürdük; ancak bu konuda uluslararası toplumdan hiçbir karşılık bulmadık. Çünkü uluslararası toplum açısından uluslararası statümüz ve egemenliğimiz, ancak siyasal eşitliğe dayalı iki toplumlu ve iki bölgeli federasyon modeli içerisinde sağlanabilir.

Üstelik bu ayrışma, sadece uluslararası toplum ile toplumsal taleplerimiz arasında değil, toplumumuz içerisinde de keskinleşti. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimleri de muhtemelen federasyon tercihi ile iki devletlilik tezi arasında bir tür referanduma dönüşecek.

Bu dönem Rum toplumuna karşı ayrı egemenlik vurgusu yapılmasına rağmen, ironik olarak egemenlikten belki de en çok uzaklaştığımız bir dönemi yaşadık. O bakımdan ne toplum içerisinde ne de toplumlar arasında egemenlik hakkımızın altını dolduracak bir kapasite de maalesef gösteremedik.

Keza son dönemde Rumlara ait kuzeydeki taşınmaz mallarla ilgili yaşadığımız sıkıntılarda, Rum liderliğinin sorumluluğu olmakla birlikte, mülkiyet rejiminde de devekuşu politikasının kurbanı olduk. Rum taşınmaz mallarının hukuksal statüsü, bir yandan ulusal mevzuatımız diğer yandan da uluslararası alanda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına dayanmaktadır. 2005 yılında Taşınmaz Mal Komisyonu (TMK)’nu kurarak, uluslararası hukuk bakımından da etkili bir iç hukuk yolu yaratmış olduk. Ancak Bu konuda sorun yaşamamak ve uluslararası hukuk içerisinde kalmak için ilgili taşınmaz malların, TMK üzerinden yönetilmesi gerekmez mi?

Devekuşu politikasına ilişkin yaşamakta olduğumuz örnekler listesi daha da uzayabilir. Ancak gerek KKTC olarak mevcut statümüz gerekse dünyayla ilgili kurmuş olduğumuz ilişkilerde, belirsizlik yaratan ve toplumu mağdur eden bu ikircikli zihniyetten kurtulmamız gerekiyor.

Devekuşu politikasıyla, bir yandan cemaat içinde bir gerçeklik yaratıyoruz, diğer yandan ise uluslararası gerçekliğin duvarına tosluyoruz.

Uluslararası sistemdeki oyuncuların, kuralların ve kurumların bir dönüşümün süreci içerisinde olduğuna tanık oluyoruz. Dünya hızlı ve kapsamlı bir değişim süreci içerisinde.

Peki, biz toplum olarak dünyaya entegrasyonumuza mani olan devekuşu politikasına devam mı edeceğiz yoksa dünyaya adapte olmaya mı çalışacağız?

Devekuşu olmaktan sıyrılıp, biraz gerçekçi bakarsak, KKTC olarak bütün dünyayı değiştiremeyeceğimizi, ama kendi bakış açımızı değiştirebileceğimizi ve dünyayla uyumlu olma seçeneğimizin olduğunu görebiliriz!