Güvenlik, insanın en temel ihtiyaçları arasında yer alır. O kadar ki güvenlik, evrimsel olarak insanlığın varlığını sürdürmesinde ve kültürel gelişiminde yaşamsal rol oynamıştır.
İnsanlar bireysel düzeyden, toplumsal düzeye ve devlet düzeyinden uluslararası düzeye kadar hep güvenlik arayışı içerisinde olmuş ve güvenliğin olmadığı bağlamlarda çatışmalar ortaya çıkmıştır.
Savaşlar, terörist saldırılar, suçların artması, ekonomik istikrarsızlık, iklim değişikliği, siber saldırılar ve pandemiler gibi faktörler güvenlik kaygımızın artmasına yol açmaktadır.
Bugün içinde yaşamakta olduğumuz dünya, çeşitli riskler barındırmaktadır; uluslararası sistemden, gündelik hayatımıza kadar güvenliğimizi tehdit eden risklerle yüklü… Örneğin son dönemde gündemi meşgul eden İran-İsrail çatışmasından, Güney Kıbrıs’ın kuzeydeki Rum gayri menkullerinin satışıyla ilgilenen insanların tutuklanmasına kadar tanık olduğumuz birçok olayın temelinde güvensizliğin yattığını teşhis edebiliriz.
Taraflar birbirini tehdit olarak algılayarak önlem almakta, ancak alınan önlem karşı tarafın güvenlik kaygısını daha da artırmakta ve bir kısır döngüye girmektedir.
En makro düzeyden başlamak gerekirse, uluslararası düzenin tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru evrilmesi, güvenlik ikilemini artırmaktadır.
Uluslararası sistem, ABD’nin hegemon gücün olduğu tek kutupluluktan, Çin, Hindistan ve AB’nin de büyük aktörler olarak belirdiği çok kutupluluğa doğru geçerken, aktörler açısından fırsatlar kadar, birtakım riskler de yaratmaktadır.
Mevcut uluslararası sistemde henüz güç dengesinin bir istikrara kavuşmamış olması, devletler için bir belirsizlik ve güvenlik kaygısı yaratmaktadır. Devletlerin güvenlik kaygılarını gidermek için aldıkları önlemler ise diğer devletlerin güvenlik kaygısını artırıyor; bölgesel güçlerin etkinlikleri artıyor; büyük güçler bölgesel güçler üzerinden vekalet savaşlarını destekliyor.. Bu ve benzeri dinamikler, içinde yaşadığımız uluslararası sistemi istikrarsızlaştırmakta ve güvenlik kaygılarını derinleştirmektedir.
Hemen yanı başımızda patlak veren İsrail-İran savaşını da çokkutuplu sistem içindeki güvenlik arayışı olarak okuyabiliriz. İran İslam Cumhuriyeti 1979 yılından beri Filistin davasını destekleyerek, İsrail’i ortadan kaldırılması gereken şeytani bir düşman olarak görürken, İsrail de İran’ı kendi varoluşuna karşı büyük bir tehdit olarak algılamaktadır. Birbirlerinden farklı değerlere ve inançlara sahip olup birbirlerini düşmanlaştırarak tehdit olarak algıladıkları ölçüde, güvenlik kaygıları da artmakta ve bunu gidermek için attıkları adımlar da bir güvenlik ikilemine dönmektedir.
İran ve İsrail arasında fırlatılan füzelerin, Kıbrıs semalarından da izlenebilmesi, Kıbrıs’ın hem kuzeyinde hem de güneyinde güvenlik tehdidi yaratmaktadır. Kıbrıs’ın güneyi İngiliz üslerinin kullanılması halinde, İran’ın hedefi haline gelebilirken, kuzeyi ise yolunu şaşırmış bir füzenin hedefi olabilir elbette. Bölgedeki sıcak çatışmanın Kıbrıs’ta da hissedilmesi, her iki toplumda da güvenlik kaygılarına yol açmaktadır. Bu çatışma, cari bir tehdit olmanın ötesinde, Kıbrıs’taki toplumların geçmişe yönelik travmalarını da yeniden etkinleştirebilmektedir.
Öte yandan daha mikro düzeyde Kıbrıs Türkler ile Rum liderliği arasındaki son dönemdeki ilişkilere baktığımızda da kaygı verici süreçlerin yaşandığına tanık olmaktayız. Güney Kıbrıs’taki resmi otoritelerin Rumlara ait kuzeydeki malların satışıyla ilgili iş insanlarına ve emlakçılara yönelik tutuklama ve yargılama furyasının kapsamının genişletilme ihtimalinin konuşulması bile, Kıbrıslı Türklerin kaygılarını artırmaya yetmektedir.
Uluslararası, bölgesel veya toplumlar arası düzeyde maruz kaldığımız tehditler ve tehlikeler, güvenlik kaygımızı beslemektedir. Güvenlik tehditlerinin giderek arttığı bir dünyada ise siyasal aktörler genellikle ‘güvenlikleştirme’ eğilimine girerek, müzakere edilebilecek sorunları olağandışı bir varlık/beka meselesine taşıyarak, ne insan haklarına ne de devokrasiye nefes alacak alan bırakmamaktadırlar.
Oysa bu kaygıları gidermenin rasyonel yolları her zaman mevcuttur. Güvenlik kaygısının yol açtığı endişeler, korkular, stresler veya paniklerin hepsi duygusal olarak verdiğimiz doğal tepkilerdir. Fakat bu tepkiler, daha çatışmacı eğilimleri veya davranışları tetikleyebilmektedir.
Bugün insanlık olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, rasyonel bir biçimde diyalog kurarak ötekinin de kaygılarını anlayabilmektir. Güvenlik kaygıları, uluslararası alanda diplomasiyle, iş birliği mekanizmalarının geliştirilmesiyle ve karşılıklı bağımlılığın artırılmasıyla yatıştırılıp, toplumsal düzeyde de kapsayıcı politikaların geliştirilmesiyle giderilemez mi?
Ne var ki insanlık insanlığa dair bu değerlerini kaybetmiş gibi davranıyor. İnsanlık önemli bir sınavdan geçiyor. Bu sınavı geçmenin yolu ise insanlık değerlerini yeniden keşfe durmaktır!